Zamanı anlamanın kolay ve güvenilir yollarından biri onu kronolojik olarak sınıflandırmak ve isimlendirmektir. Bu yol soyut olanı somut hale getirmektir. Bunun için yaşadığımız yüzyılın isimlerinden biri de iletişim çağıdır. Teknolojinin iletişime katkısı dolayısıyla bilişim çağı olarak da ifade edilmektedir.
“İletişim, insanların birbirleriyle anlaşma, bilgi, duygu ve düşüncelerinin paylaşılmasıdır.” İnsanlar konuşmadan da anlaşabilirler. Yani sözsüz bir iletişimden de söz edilebilir. Ancak burada bizim üzerinde durmak istediğimiz doğduğumuz andan itibaren sahip olduğumuz dildir. Dolayısıyla sözlü iletişimin aracı dildir. Dilin sınırları içinde yaşadığımız dünyanın sınırları değildir. Yani dil olgunun dünyası değildir. Bir başka ifade ile sadece gerçeğin değil hakikatin sınırlarını içerir. Hakikat, düşünce ve olgu arasında zorunlu bir bağ vardır.
Nesnelden hareketle oluşan düşüncemizin ve kalbî bilgiyle birleşen hakikatin sınırları dilimizin sınırlarıdır. Yaratılan mevcutlar arasında mantıksal dile ancak insan sahiptir. “Dil varlığın meskenidir”(Heidegger) Sadece mesken değil melce yani bir sığınaktır diyor D.Cündioğlu. Biz düşüncelerimizi, hayallerimizi, korkularımızı, endişelerimizi kendimize ait olan bir meskende yani sığınakta koruyor ve olgunlaştırıyoruz. Çocukların büyüdüğü baba ocağı gibi. Yüzyıllardan beri tartışılan dil mi düşünceyi yoksa düşünce mi dili meydana getirir tartışmasına girecek değilim. Ancak dil olmadan düşünceyi ifade etmek mümkün olmadığı gibi düşünceyi görmezden gelerek de dili geliştirebilmek mümkün değildir. Kısacası aralarında bir eş zamanlılık vardır.
Bizim bütün dünyamızı o mesken içinde geliştirdiğimiz ve anlam verdiğimiz kelam yani söz oluşturmaktadır. “Biz bir kelam medeniyetiyiz” diyor yazarımız. “Bir başkası ise kelam Türkistan’dan gelen sestir” diyor. Bir taraftan kültürümüzü diğer taraftan imanımızı bize naklederek bir zihniyet meydana getirmemize vesile olan dil tarihin en merhametli ve mümkün olanlar içinde en adil bir medeniyetinin meydana gelmesini sağlamıştır.
Elbette dil probleminin kendine has pek çok meselesi vardır. Ancak bunlar akademinin problemidir. Yeri de burası değildir. Yüzlerce yıllık bir medeniyetin mensuplarını bugünlere ulaştıran milli dilimizin en güzel şekilde kullanılmasını ve öğretilmesini öncelikle okullarımız öğretmek zorundadır. Bu hem anayasamızın hem de ilgili kanunlarda ifade edilen okulların görevidir.
Burada üzülerek ifade etmeliyim ki okullarımız güzel Türkçemizi maalesef öğretemiyor. Okumayan okuduğunu anlamayan ve ifade edemeyen hatta ağzımızdan çıkan kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeyen bir toplum haline geldik. Akademisyenlerimizin bazıları sokak ağzıyla bilimsel makale yazıyor. Yöneticilerimiz iki arkadaş arasında ağza alınmayacak kelimelerle birbirlerine saldırıyorlar. Medyada görev alanlar hoşlanmadıkları insanları her türlü galiz ifadelerle yerle yeksan ediyorlar. Televizyon dizileri en süfli arzularımızı ifade eden kelimelerle halkın huzuruna çıkıyor.
Geçmişte denemeleri yapılan ve herkesin kullanmasını istedikleri Esperanto gibi yapma dillerin başarısız olmasından asla yılmayanlar, teknolojinin hayatımıza kattığı yeni sembolik, şekillerle ifade edilen ve adına emoji denilen bir dil ile bizi karşı karşıya bırakıyorlar. Böylece kendi dillerini unutanlar, kullanamayanlar yeni medeniyetler kuramayacakları gibi kendilerini de ifade edemeyeceklerdir. Kısacası kısırlaştırılan ve bunun yanında kendi kaynaklarından koparılan bir dilin mensupları olduk. “Zengin ve güzel bir dilin yoksul ve çirkin kullanıcıları olduk. Genç nesillerin kültür ve dil hafızasında ne Dede Korkut ne Yunus Emre…ne de diğerleri yer alıyor. “Dilimizin zenginlik ve güzelliğinin farkında olmayan, dil dağarcığını, edebi geçmişinin, hatta çok yakın geçmişinin eserleriyle bu eserlerdeki kelime ve deyimlerle doldurmayan, onlardaki bin bir üslubun tadına varamayan, sadece sokakta konuşulan dille yetinen insanlarımızın…” yabancı kültürlere ve onların temsilcilerine hayran olmamaları mümkün değildir. Buna karşılık kendi insanlarına, dostlarına, meslektaşlarına hoyratça davranmaları onları aşağılamaları kaçınılmazdır. Zaten son zamanlarda kamuoyuna da yansıyan ifadelere bakacak olursak ötekileştirme, hakaretler, aşağılamalar, benlik davaları, adeta birbiriyle yarışıyor. Hâlbuki söz medeniyeti olan bir milletin temsilcilerinden gönül dostu Yunus Emre bakınız ne diyor:
Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.
Yine başka bir dörtlükte;
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil
Büyüklerin güzel bir sözü var “üslubu beyan ayniyle insan”. Şunu kabul edelim ki ve buna kimse alınmasın, dilimiz ve üslubumuz neyse biz oyuz. Bunun için her türlü iletişimimiz öncelikle ahlaki olmalıdır. Kendi duygu ve düşünce dünyamızı anladığımız kadar karşıdakinin de durumunu her zaman gözden uzak tutmamalıyız. Kendimize yapılmasını istemediğimizi başkalarına yapmamalıyız. Kelam (söz) medeniyetinin mensupları olarak şu prensipleri asla unutmamalıyız.
Allah(c.c) Kitabının Hucurat suresinin 2/6/9/10/11/12. Ayetlerinde iletişimin kurallarını hatırlatıyor. “…Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin…” “…eğer fasıkın biri size bir haber ulaştırırsa onun doğruluğunu araştırın…”, “...Eğer müminlerdi iki grup birbirleriyle kavgaya tutuşurlarsa hemen aralarını düzeltin…”, “…müminler ancak kardeştirler öyleyese kardeşlerin arasını düzeltin…”Ey iman edenler! Erkekler diğer erkeklerle alay etmesinler; onlar kendilerinden daha iyi olabilirler; kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler; alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi karalamayın, birbirinize kötü ad takmayın…..” “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın…”.
Bir arada yaşamamızı ve birbirimizi anlamamızı sağlayan dil ve onun ifade tarzı olan ve bizi biz yapan üslup hakkında bu ayetlerin üzerine daha ne söylenebilir…
Düzeltme:
Daha önce Yerel Kalkınma Modelleri ve
Ekrem Doğanay Meslek Yüksek Okulu başlıklı yazımda ilçemizde bir meslek yüksekokulunun açılacağı ve Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Senatosuna teklifin yapıldığı üzerine bir yazı kaleme almıştım. Geriye dönerek düşündüğümde teklif edilen okulun adı keşke “Köroğlu” veya yöreye uygun bir isim olsaydı. Bu düşüncem ile merhum Hoca Efendiye yönelik bir kastımın olmadığını açıklamak isterim.
Uludag14@hotmail.com
