Batı medeniyeti gelenekten ve tarihten getirdiği temel kabullerini, putlarını kırarak işe girişti. Çarşı-pazardan aileye, kiliseden bilime; bildiği ve inandığı her şey onun için birer kalıptı ve kırılması gerekiyordu. O da gerekeni yaptı.
Bütün gayesi sonsuz ve sınırsız olduğunu düşündüğü kâinata ve onun üzerinde varolan her şeye sahip olmak, her şeyin sahibi olduğuna inanılan Tanrının gücünü elinden almak en azından O’na ortak olmak düşüncesiyle hareket ediyordu. Elindeki en güçlü silah akıl idi. Araçsallaştırdığı akıl ile fethe çıkan mağrur savaşçıyı canlandırıyordu. Artık aklın ortaya koyduğu ve sistemleştirdiği bilimsel bilgi ile bütünlAüğü olanı parçalamış, sahip olduğu ideolojilerle uçurumlara ışık tutarak sürüklediği insanlığa kurtuluş reçetesi sunmaktadır.
Cemil Meriç, bu doymak bilmez kavram için: “devlerin değil cücelerin silahı. İnsiyaktan daha ahmak bir meleke. Küstah, şımarık, mütecaviz.” İfadelerini kullanıyor. İşaret ettiği gibi akıl sadece “mühendisleri yarattı”. Ortaya çıkardığı medeniyet İstiklal Şairinin dediği gibi “tek dişi kalmış canavar” oldu.
Aklını kullan! Uyarısı ile başlatılan bir dönem, Aydınlanma. Kitleleri peşinden sürükleyen dil-rüba, akıl. Maşukun peşinden koşan yeni yetme ise; aydın.
Köksüz ağaç yaşamazmış. Tarihin derinliklerindeki şuur yüzyıllar boyu irfan ve münevver kelimelerini kullanmış. Gizli olanı açıkta olanla, malumu maruf olanla birleştirmiş. Arif gibi düşünmüş, onunla Varlığı anlamış, sonunda idrakine ram olmuş. Kamus-ı Türkî irfan için; “vukuf, hakikate vakıf olma, künhe varma, ilim ve zekâ ile hâsıl olan kemâl; esrar-ı ulûhiyete ve hakikate vukuf” karşılıklarını kullanıyor.
Siyahla beyazın, gece ile gündüzün, iyilikle kötülüğün, sonlu ile sonsuzun birlikteliği. Parçalanmamış bir varlık algısı anlaşılıyor, lügatten. Karşısında modernin meta anlatıları, büyük paradigmaları adeta yakamoz misali ışıltılarını kaybediyor. Akıl ile varlığı anlamaya çalışan aydın, yüzeyde dolaşırken, irfanla içe yönelen arif, ruhun sıcaklığı ile insanlığı ısıtmış çağlar boyu. Batının donuk, soğuk ve samimi olmayan dünyasına karşılık ruhunun bütün samimiyetiyle insanlar arasında ayırım yapmadan yaratılanlara aynı gözle bakmayı düstur edinmiş kendine.
Sadeleştirilerek adeta kısırlaştırılan Türkçemizin müstesna bir başka kelimesi, münevver. Lügatte; “tenvir edilmiş, parlatılmış; ilim ve marifeti, tecrübesi çok; terbiye ve tahsil görmüş; malumatlı, açık fikirli” şeklinde karşılıklarını bulacağımız aynı kökten olmasa da aynı anlamları ihtiva eden isim yerine kullanılan sıfat. İrfan ne kadar içtense münevver o kadar aydınlık. Münevver irfanla birleşince köklerini tarihte bulan, aklını şuurla barıştıracak, kültürü harsla, medeniyeti umranla buluşturacak mana zenginliği ortaya çıkacaktı. Heyhat! Rüzgârına kapıldığımız “mazisiz, musikisiz, hilkat garibesi” olarak tasavvur edilen uygarlık, bizi kendisine benzetti. Biz de münevveri aydın yaparak kendimize.
Aydın, olaylar ve insanlar arasındaki ilişkileri tek sebepli nazariyelerle çözmeye ve buradan ortaya çıkan sonuçlarla tabiata ve onun üzerinde yaşayanlara egemen olmayı, ezmeyi, sömürmeyi makyavelist bir zevkle gaye edinirken; kendisini nesneler dünyasına hapsetmiş, zamanla kendisini de nesneleştirerek özgürlüğünü bir hiç uğruna kurban etmiştir. Dahası insan şuuruna giydirilen deli gömlekleri olan ideolojilerle kazanılan saltanatının buhranlarından kurtulma yolları olarak, psikoterapi seansları veya tabip raporları ile rahatlamaya çalışmaktadır.
XVIII. yüzyılın başından beri kendini bulmaya çalışan ilim ve irfan erbabımız, Batı hayranlığından kurtulup, inkâr kabul etmez mukaddeslerini anlamaya çalışmadıkça pusulasını bulamayacak, kendine ait şuurun kaynağını yakalayamayacaktır. Unutmayalım ki bugün daima dünün koynunda dünyaya gelir ve gelişir.
uludag14@hotmail.com